close

Başlığa bakınca ne diyor bu kız diye düşünmeyin. Sanırım Ocak ayı falandı, yapılacaklar listemde ilk sıralarda yer alan “tek başına yurt dışında gezmek” konulu maddeyi yerine getirmek için ne yapsam diye düşünüyordum. Tercihimi daha önce 30 dk içinden geçtiğim, yemeklerine bayıldığım, düzayak gezebildiğiniz ve bir hafta sonunda bitecek küçüklükteki Milan’dan yaptım ve birlikte bol karbonhidratlı bir flörtleşme yaşadık.

Gayet yağmurlu bir Şubat sonu bindim uçağa ve kendimi birden Malpensa Havalimanı’nda buldum. İtiraf ediyorum, gümrükten geçince “ben yalnızım şimdi” diye biraz endişelendim. Ama hem yönlendirmelerin kolaylığı hem de şehir merkezine giden trende İtalyanca bilen bir Türk ile karşılaşmam beni çok rahatlattı. Tren ve sonrasında taksi derken saat 19:00 civarı Hotel Milano Navigli’deydim.

Navigli’yi hem gençliğin çok takıldığı bir bölge olması hem de göreceli olarak daha ucuz olması nedeni ile seçmiştim ama aslında daha farklı bir lokasyon da tercih edebilirmişim. Otel/oda kendi içinde konforlu ve temizdi. Valizi bıraktığım gibi yürüyerek (yaklaşık 25-30dk) Duomo’ya çıktım. Milan Moda Haftası’na denk geldiğim için saatin geç olmasına rağmen meydan ve etrafındaki bütün sokaklar kıpır kıpırdı. Hızlıca tam karşı sokaklarından birinde yer alan meşhuuur pizzacı Spontini’ye gittim.

Spontini & Cioccolati Italiani

Pek çoğunuz duymuş, tatmış olabilirsiniz ama benim için ilk olan bu efsanevi tanışma unutulmazdı; pofidik hamurlu klasik bir margarita pizza ve yanında buz gibi İtalyan birası ile karnımı doyurdum. 1953’ten bu yana ‘iyi ki’ var olan Spontini’de tek çeşit pizza var ve çok lezzetli. Siparişi verme süreniz mi daha uzun yoksa yeme süreniz mi bilmiyorum.

Spontini

Şişkinlik yapmayan hamuru ve bol malzemesi ile Spontini beni resmen lezzetli bir hafta sonuna davet etmiş oldu. Peki yemek tatlısız olur mu? Olmaz tabii ki… Spontini’den çıkar çıkmaz tam karşı çaprazında dondurmacı Cioccolati Italiani’e girdim. “Şakır şakır yağmur yağıyor, gecenin 23:00’ü olmuş dondurma mı yenir?” demeyin. Çeşitleri arasında zorlanmadım çünkü tam bir “gül” sevdalısıyım; tercihim beyaz çikolatalı güllü dondurma ile fıstık ezmeli oldu. Tabii siz sanmayın sadece külaha koydular da verdiler, tabii ki hayır! Önce kornetin dibine hangi çikolata koyulacak onu seçtim (ki bence en az dondurma seçimi kadar önemli) çeşmeden akan sütlü çikolata ile kornetimin altı dolduktan sonra kornetin üzerindeki süslerimi seçtim ve sonra kendime o uçak biletlerini aldığım için kocaman bir aferin verdim.

Cioccolati Italiani

İkinci gün…

Otelden kahvaltımı yaparak çıktım ve Duomo’yu soluma alarak Via Dante boyunca yürüdüm. Yolun sonundaki görkemli Sforza Castle‘ı gezdim. Kaleleri, şatoları ve bilumum tarihi & görkemli yerleri çok severim. Dolayısıyla 15.yüzyılda bir Milan dükü tarafından inşa edilen ve 16.-17. yüzyıllarda da renove edilerek Avrupa’nın en geniş kaleleri arasında yer alan bu kaleyi keyifle gezdim. İnsan bir de yalnız olunca bu görkemli binalarda kendini iyice küçük hissediyor.

Princi Cafe

Uzun bir yürüyüş sonrası kendimi Via Ponte Vetero’da yer alan Princi Café’de kayısı marmelatlı ısıtılmış bir tart ve latte ile ödüllendirdim. Kesinlikle bir tartın yetmediği, çeşit çeşit pastane ürünleri arasında kaybolmaya müsait bir kafe. Kahvaltı seçenekleri de var.

Princi Cafe

Princi’deki molamdan sonra Corso Galibaldi caddesi üzerinden ufak tefek mağazaların olduğu caddelerde kaybolarak Milan’ın tarih kokan lokal caddelerinden uzaklaşıp daha şehir şehir bölümüne geldim. Milan yazımın başında da belirttiğim gibi yürüyerek rahatlıkla dolaşabileceğiniz, harita uygulamalarını en az kullanacağınız şehirlerden biri. Yolun sonunda beni saklı bir cennet karşıladı. Saklı cennet diyorum çünkü işlek ve modern binalar ile dolu bir caddede biraz dikkatli olmazsanız küçücük girişini kaçırabileceğiniz bir mekanı anlatacağım size: 10 corso como! Kesinlikle üzerinde bir paragraf boyunca konuşulmayı hak ediyor…

10 Corso Como

Biraz sanat merkezi biraz tasarım merkezi biraz restoran, bol bol özgürce uçuşan serçeler, arka planda müzik, bol yeşillikli sarmaşıklı rüstik masalar, tavandan tabana inen camlar…

Milan’ın ortasında böyle bir yerin var olmasına çok şaşırıyorsunuz. Ben çeşitli bölümlere ayrılmış birbirinden zengin tasarım ürünlerinin olduğu tezgâhları gezdim, duvarlardaki sanat eserlerine baktım, bahçesinde yeşilliğe boğuldum. Biraz pahalı bir merkez olduğu için burayı yaşamak adına kendime kafesinde bir kadeh prosecco ısmarladım. Bana eşlik eden minik serçeye de buradan teşekkürlerimi iletiyorum.

Günü ortalamama rağmen hala acıkmamıştım.

Dönüş yolunca Arnavut kaldırımlı, tepelerinde fenerlerin olduğu sevimli Brera bölgesinde sokak sokak dolaştım, Milano gerçekten alışveriş cenneti ama ironisi bütçeniz varsa. Gucci’nin, Dolce&Gabbana’nın nasıl akıllarına gelmiş dediğim harika vitrinlerinde kayboldum. Tekrar meydana geldiğimde saat 16:00’ye geliyordu, ünlü gotik katedral Duomo Di Milano’yu Pazar gününe bıraktığım için orayı pas geçtim ve dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden Galleria Vittorio Emanuele II ve yine en büyük tiyatro binalarından La Scala’yı gezdim. Galleria Vittorio Emanuele II’nin arka çıkışında bulunan, ufak ve yerel bir İtalyan restoranı olan Ristorante Papa Francesco’ya gittim.

Ristorante Papa Francesco

Burası bana yakın bir arkadaşım olan sevgili Aslı’nın önerisiydi. Aslı uzun yıllar Milan’da yaşadığı için sıklıkla bu restorana gelmiş, sahibi ile de yakın arkadaş olmuş. O kadar ki, restoranda yer alan Türkçe menüyü Aslı hazırlamış. Öğlen görünümlü akşam yemeğime Risotto with saffron served in parmesan crust ve yine bir kadeh prosecco eşlik etti. Oldukça çeşitli bir menüsü olmasına rağmen ben risotto yiyeceğim diye kendimi şartladığımdan farklı bir şey denemedim. Ama risotto, makarna çeşitlerinin yanısıra anti pastiler, dumanı üzerinde tüten soslu etler de menünün olmazsa olmazları arasındaydı. Keşke Türkçe menünün de fotoğrafını çekseymişim.Burayla bir ilgisi yok kesinlikle yanlış anlaşılmasın, sanırım ben çok risotto insanı değilim. Ne kadar çeşitli olursa olsun benim için hala pilav. Belki benim damak zevkimle alakalıdır tabii bilemem.

Genelde birinin tavsiyesi ile bir mekana gidiyorsam kendimi mekan sahibine tanıtmayı sevmiyorum. Aslı’ya fotoğraf gönderip teşekkür ettikten 5 dk sonra mekanın sahibi sevgili Paolo “Hey sen Aslı’nın arkadaşısın” diyerek masama oturdu. Kendisi ile uzun uzun sohbet edip Aslı’ya bir selfie gönderdikten sonra bana ikram ettiği ferahlatıcı limon etkisindeki Limoncello’yı hızlıca içtim ve turuma devam ettim.
Burayı kesinlikle tavsiye ederim, en azından sıcak bir karşılama ve keyifli bir sohbet ile kendinizi İtalya’da İtalyan bir arkadaşınızın evinde hissedebilirsiniz. Buradaki hesabım 20 € tuttu.

Corso Galleria Vittorio Emanuele II üzerinden Corso Europa’ya geçerek Duomo meydanını arkama alacak şekilde yürümeye devam ettim. Açıkçası bu bölge Brera’dan daha hoşuma gitti; çeşit çeşit mağazalar, “En Yaratıcı Vitrin Oscar”ı alacak şıklıkta ve orijinallikte vitrinler, daracık ara sokaklar, karmaşa, bir sürü turist… Gerçekten İtalya’da olduğumu hissettim. Buralardaki gezme süreniz sizin mağazalara bakma, ilginizi çeken yerlere girme potansiyeliniz ile doğru orantılı. Benim için yaklaşık 1-1,5 saatte biten bir bölge oldu.

Pasticceria Cova

Bu bölgede yer alan ve mutlaka uğramanız gereken 1817’de kurulmuş tarihi pastane Cova. O kadar şık garsonlar, servisler, tabaklar var ki kendimi gerçekten dönem filminde figüran gibi hissettim. Yağmurdan ıslanmış paçalarım, çamur içinde spor ayakkabılarım, sırt çantam ve su damlayan şemsiyem olmasaydı bir an ben bile inanabilirdim buna.

Hiç bozuntuya vermeden hızlıca köşede boş bir masaya yönlendirildim ve yine önceden ne yiyeceğimi bildiğim için hiç menüye bakmadan tiramisu sipariş ettim. Fotoğrafından göreceğiniz üzere kendisi bir başyapıt. Kademeli olarak bütün malzemelerin tadını ayrı ayrı alabiliyor, kremadaki yağın “y”sini hissetmiyor ve tam yutarken arka planda size göz kırpan sosunu fark ediyorsunuz. O anda sevgili anneciğimin bir lafı geldi aklıma “insanın sevdiği yiyecekler kilo aldırmazmış.” yorum yapmıyorum. Ben tiramisu denedim ama prosecco kadehleri ve küçük petit four tabakları da vardı diğer masalarda. Bir tiramisu ve bir amerikano için 16 € ödedim ve geceyi sonlandırmak üzerine otele döndüm.

Pasticceria Cova

Veda vakti…

Pazar günü için sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yine hızlıca otelde yaparak Da Vinci’nin ünlü The Last Supper tablosunun olduğu Santa Maria delle Grazie’ye doğru yola çıktım. Otelden kiliseye yürüme yolumda bana daha çok ailelerin yaşadığı, 4-5 katlı, bahçeli büyük taş binalar eşlik etti.

Santa Maria delle Grazie

Burası Milano’ya geldiğinizde görmeniz gereken yerlerden biri bence. Ancak mutlaka ama mutlaka internet sitesinden biletini almanız gerekiyor. Yoksa içeri alınmıyorsunuz. Ben önceden aldığım bilet ile grubuma katıldım. İçerisi kocaman boş bir alandan oluşuyor duvarin bir tarafini boydan boya Da Vinci’nin meşhur eseri The Last Supper tablosu kaplıyor. Hiçbir şey yapmadan uzun uzun tabloya bakıp düşünmek istiyorsunuz. Ben de bu tablonun hikayesini anlatan şu cümleyi düşündüm: “Truly I tell you. One of you will betray me.”

Çok garip bir duygu; 2016 yılındasınız, yüzyıllar önce birileri bu cümleyi kurmuş, yıllar yıllar sonra bu cümle bir duvar tablosunda ölümsüzleştirilmiş ve siz de şu anda karşısında dikilip ona bakıyorsunuz.

The Last Supper

California Bakery

Kilise çıkışımda yine yapılacaklar listemde olan California Bakery’e uğradım. Gerçek bir Amerika görgüsüzü olarak İtalya’da bile Amerika esintileri olan bir kafe bulmayı nasıl becerdim, inanın bilmiyorum. Ama üzgünüm, fotoğraflarından göreceğiniz üzere kocaman kocaman cheesecake’lerin, devil cake’lerin, bol kalorili tereyağlı cookie’lerin olduğu bir yer burası. E sağanak yağmur altında insanın ihtiyacı olan şey de tam olarak bu bence, sizce de öyle değil mi?Ben lokmaları seven biri olarak 3 küçük parça brownie – havuçlu kek ve cheesecake yedim. Hepsi de birbirinden lezzetliydi.

California Bakery

Bu tatlı moladan sonra doğru Duomo Di Milano’ya geçtim. Bilet için uzuuun bir kuyruktan sonra katedral için, müzesi ve çatı bölümü için paket bilet aldım ve gezmeye başladım. Katedral Yaklaşık 1,5 – 2 saat içinde bitiyor (ki uçağı kaçırmamak için biraz hızlandırmak ve belirli bölümleri atlamak zorunda kaldım) En beğendiğim bölüm kesinlikle efsane gotik mimarinin iyice vurgulandığı çatı bölümü oldu. Burası gotik mimarisi kategorisinde Roma ’daki Gesu’dan sonra en beğendiğim ikinci gotik eser.

Antica Focacceria San Francesco

Katedrali gezmeyi bitirdikten sonra öğlen yemeğimi yemek için bir önceki gün keşfettiğim Antica Focacceria San Francesco’ya gittim. Burası oldukça ferah, şık, mutfağı gözünüzün önünde yerlerden.

Milan’da 1 pizza, 1 risotto ve 1 makarna yiyeceğim diye kendime söz verdiğimden hafta sonu ziyafetimi lezzetli bir makarna ile sonlandırdım. Menüden Alla Norma isimli bir makarna seçtim. İçinde domates sosu, kızarmış patlıcan ve ricotta peyniri olan rigatoni cinsi makarnaydı. Rigatoni’yi ilk defa Venedik ’te yemiştim ve çok beğenmiştim. Yanına tabii ki prosecco eşlik etti. Tatlı olarak menüden hiç seçim yapmadan garsona tavsiyesini sordum: Trionfo Di San Francesco geldi. Ricotta peynirli siyah çikolata soslu, kenarlarında da küçük fırınlanmış kurabiyeler bulunan bu lezzetli tatlı klasik bir Sicilya tatlısıymış. Oldukça beğendim, çikolata nedeni ile olabilir sanırım peynir peynir kokmayan kremamsı bir tatlıydı, yumuşaklık ve kıvam olarak azıcık cheescake’i andırdı. Bu ziyaret için toplam 19 € ödedim.

Peynir & Şarap & Makarna & Makarna Sosları

Gelelim Türkiye’ye döndüğünüzde bu güzel seyahatlerin etkisini biraz uzatabilmeniz için size yardımcı olarak malzemelere: Market alışverişi!

Ben bu malzemeleri alabileceğim şık şarküterileri gezmeyi çok severim ama tercihimi genelde lokal süpermarketlerden yana kullanırım. Burada da böyle oldu; çoğu arkadaşımın tavsiye ettiği Peck özellikle şarap konusunda uzmanlaşmış, peynirlerin özenle hazırlandığı, sosların ev yapımı olduğu çok katlı bir şarküteri. Alışveriş yapmasanız bile yolunuz düşerse kapısından içeri girmenizi öneririm. Ben alışveriş kategorisinde tercihimi Milano’da çok yaygın bir süpermarket olan Esselunga’dan yana kullandım. Peynir reyonundan mozarella, burrata, parmesan; sos reyonundan pesto ve domates sos, makarna bölümünden kepekli ve normal çeşitli makarnalar ve tabii ki içki bölümünden bütün seyahatimde su niyetine içtiğim yumuşak içimli bol köpüklü prosecco. Arkadaşlarımın siparişleri ile birlikte burada 44 € ödedim.

Bu arada bu benim tek başına ilk özel seyahatimdi ama en az arkadaşlarımla çıktığım kadar keyifli, sonsuz bir özgürlük hissi veren, dikkatimin daha açık olduğu bir seyahat oldu. Ancak konaklama eğer benim gibi hostellerde kalamayan biriyseniz biraz maliyetli oluyor. En önemlisi yemek kısmı; maliyetli değil ama midemin kapasitesi nedeni ile her mekandan tek çeşitle kalktığım için aklımın kaldığı çok şey oldu.

Milan’dan dönerken aklımdan geçen şu oldu: etrafında sevdiklerinizin oturduğu, İtalyan esintili soslarla hazırlanmış makarnaların tabaklardan dolup taştığı, prosecco kadehlerinin masadaki muhabbetlere eşlik ettiği huzurlu sofraların yeri hiçbir şeye değişmez.

Tags : avrupaİtalyaİtalya RehberiMilanMilan RehberiSeyahat YazısıYeme İçme
travelbakery

The author travelbakery

1 Yorum

Leave a Response

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.