close

İngiltere

İngiltere ile ilgili yazılar bu kategoriye.

İngiltere

Her Yer Kırmızı -Londra!

Efendim, bu bir Londra yazısı olacaksa tabii ki her yer kırmızı olmalı değil mi? Posta kutuları, otobüsler, telefon kulübeleri… Dolayısıyla yazımın başlığı da.

Keyifli olmayan, bol olaylı bir 1 Mayıs günü sabah uçağına bindik ve kendimizi (ne hoş) gri olmayan bol güneşli Londra’da bulduk. Şehir gezmeyi acayip seven ben koskoca 4 gün ayırdığım için oldukça heyecanlıydım. Ama yetmedi! Ben mi programlayamadım nedir, 4 dolu dolu gün Londra için yetmedi!

Tanış

Sabah uçağı ile indiğimiz Gatwick Havalimanı’ndan fazla bekleme yapmadan hızlıca çıktık. Gerçekten “İngiliz aksanı kalp ben” demek istiyorum, gerisini siz düşünün. Gatwick Havalimanı’ndan merkeze gelmek için Victoria Station’a gelmeniz gerekiyor. Yaklaşık 30 dk falan sürüyor burası. Biz havalimanından çıkmadan gidiş-dönüş biletimizi aldık. Mutlaka Oyster Card da almanız lazım. “Londra’nın toplu taşıma araçlarını kullanmak” yapılacaklar listemde yer aldığı için planım havalimanından otele çift katlı ve tabii ki kırmızı renkli otobüs ile gitmekti. Önce tren ile merkeze geldik, sonra ikonik iki katlı kırmızı otobüslerine bindik ve resmen bir hop on/hop off turu yaparak Trafalgar Meydanına yürüme mesafesindeki Strand Palace Hotel’e geldik. Hızlı bir check in ve odaya yerleşme sürecinden sonra kendimizce 4 eşit parçaya ayırdığımız Londra’yı gezmeye başladık. Oteli solumuza alarak Tower Bridge tarafına doğru yürümeye başladık. Unutmadan otelimiz çok çok iyiydi, hem konum hem de temizlik olarak. Bir daha gitsem yine aynı yerde kalırım. Buraya 2 kişi 3 gece için toplam 422 £ ödedik.




Aziz Paul Katedrali 

Yoldaki ilk durağımız Aziz Paul Katedrali oldu. Londra’da katedral gezmek gerçekten çok pahalı. Bunu dini yerleri gezmeyi seven biri olarak içim acıyarak söylüyorum. Çünkü katedrale giriş için tam 20 £ ödedik. Değer mi bence değer, eğer Londra’da dini yerler gezecekseniz biri burası, diğeri de Westminster Abbey olmalı.

Aziz Paul Katedrali inşası 14.yüzyıla dayanan, Büyük Londra Yangınında yıkılması nedeni ile 17.yüzyılda yeniden onarılan, gerçekten çok heybetli ve görkemli bir mekan. Burayı önemli yapan önemli bir magazin olayı da katedralin Galler Prensi Charles ile Prenses Diana’nın düğün törenine şahitlik yapması. İçeride gezdikten sonra eğer vaktiniz ve enerjiniz varsa bence mutlaka kubbeye çıkıp kiliseye içinden ve tepeden bir bakın. Akustiği, mimarisi ve süslemeleri ile sizi etkileyeceğinden eminim. Bu güzel manzara için ödemeniz gereken bedel yaklaşık 300 basamak inmek ve çıkmak. Sonunda ufak çapta bir baş dönmesi yaşayabilirsiniz.

Katedralden çıkınca acıkan karnımızı orada bir yerde bulduğumuz pub’dan hızlıca fish & chips yiyerek doyurduk. Açıkçası Londra için (sanırım o dönemki acemiliğimize geldi) çok fazla yemek ödevi çalışmamıştık. Dolayısıyla fish & chip ile ilk tanışmam mekana da çok özenmediğim için pek hoş olmadı: Aşırı yağlı, sıcak, tatsız bir balık oldu benim için.

Yemeğimizi yedikten sonra Waterloo Bridge’den yürüyerek karşıya geçtik. Thames Nehri boyunca Tower Bridge kadar yürüdük. Bu rota üzerinde hem nehri görebilir hem de Tower Bridge’in güzel fotolarını çekebilirsiniz ama ziyaret etmeyi asla unutmamanız gereken bir yer var: Borough Market.

Borough Market

Burası aynı Barselona’daki La Boqueria gibi açık bir gıda marketi. Oldukça salaş, biraz köprü altı, bol bol lezzetli bir yer. Londra’da hatrı sayılır çoğunlukta Hintli olduğu için Hint mutfağı çok yaygın ve sık sık karşınıza çıkıyor. Biz keşke biraz midemize söz geçirebilseydik diye hayıflandık açıkçası Borough Market’i görünce. Bol baharatlı, çeşit çeşit malzemeli bir hint yemeği deneyebilirdik. Neyse, tercihimizi içeride kalorili bir kaç tatlı alternatifinden yana kullandık. Market ikiye ayrılmış aslında: İlk bölümde daha ayaküstü yemekler, hazır pastalar, çaylar ve kahveler; ikinci bölüm ise peynir, soğuk etler bir iki restoran ile biraz daha farklılaşıyor. Biz ikinci bölümden bir arkadaşımın tavsiyesi ile Comte isimli bir peynir aldık.

Borough Marketten aldığımız elmalı crumble ile kremalı milföy hamurlu tatlıyı hemen yanındaki parkta oturarak yedik. İkisi yaklaşık 3 £ tuttu.

Bu tatlı moladan sonra Tower Bridge’e doğru yürümeye devam ettik. Hava ilk günümüzde çok yardımcı oldu güneşini bize göstererek. Tower Brigde’i hızlıca geçip yine kendimizi karşıda, Londra Kulesi’nde bulduk. Kulenin içini gezme opsiyonunuz var ama biz bu hakkımızı sokaklarda dolaşarak kullanmak istedik. Hızlıca buraları da gördükten sonra metroya binerek meşhur London Eye’a gittik.

IMG_3764

London Eye

Herkes internetten bilet al demişti ama biz programı esnek tutmak için kendimizi sınırlamak istemedik. Biletimizi gişeden alıp, yaklaşık 30 dk. süren bir sıradan sonra London Eye’a bindik! London Eye kocaman bir cam fanus ve yavaş yavaş yükselerek 360 derece Londra’yı görebiliyorsunuz. Aynı lunaparklardaki dönme dolap gibi. Hemen bir ipucu, rahat bir manzara için fanusta bindiğiniz yerin tam karşı ucuna gidin. Manzara orada daha güzel. London Eye yapılacaklar listesinde olmayı hak eden bir etkinlik. Kuş bakışı bütün Londra’yı ve güzelliklerini görüyorsunuz. İkinci bir ipucu da iniş sırasında fanus içindeki anonsu takip edin, kamera sizin fotoğrafınızı çekiyor.

London Eye’dan sonra Westminster Köprüsü’nden karşıya geçtik. Tam köprünün bitiminde ünlü saat kulesi Big Ben var, görmemeniz mümkün değil, kaçırmayın. Big Ben ve Westminster Bölgesini hızlıca gezdik, dışarıdan Westminster Sarayı ya da bir diğer adıyla parlemento binasının fotoğraflarını çekebilirsiniz. Biz burayı da dışarıdan görmek istedik. Ama hemen bitişiğindeki Westminster Abbey, yani Westminster Kilise’si geçtik. (Yazımın başında bahsettiğim Londra seyahatinde gezdiğim ikinci kilise.)

Westminster Abbey

İlk inşası 960’lı yıllara dayanan, sonra 16. ve 18. yüzyılda bir daha onarılan kilise nereden baksanız 1.000 yıllık bir tarihe tanıklık etmiş. Kilise Isaac Newton, Charles Darwin gibi önemli isimlerin mezarlarını barındırıyor. Ayrıca yine kraliyet ailesinin önemli figürlerinden Prenses Diana’nın cenaze töreni bu görkemli kilisede yapılmış. Bu kadar cenaze ve mezar bilgisinden sonra yine magazinsel bir bilgi vereyim: 2011 yılında Prens William ile dünya evine girerek biz ölümlülere umut ışığı olan sevgili Cambridge Düşesi Kate Middleton burada evlendi.

Buranın girişi de 20 £ tuttu. İç mimarisi, sütunları ile gerçekten zengin bir görselliği var. (İçeride fotoğraf çekmek yasak.)

Bu bölgeyi de hızlıca geçtikten sonra kendimizi günün yorgunluğu ile birlikte Trafalgar Meydanı’nın dingin kalabalığına bıraktık. Burada bol bol fotoğraf çektikten sonra hızlıca Leicester Meydanı, Piccadily Circus ve China Town bölgelerini gezdik. Zaten hava karardığından ve biz de artık çok yorulduğumuzdan burada sadece ne var ne yok keşif gezisiydi.

Keşfet

Otelimizde kahvaltı almadığımız için tam karşındaki Pret A Manger’da bol peynirli bir sandviç, kahve ve meyveli yoğurt ile enerji dolu bir kahvaltı yaptık. İkinci günümüzün cumartesi olması nedeni ile, günümüzü önceden planladığımız gibi Nothing Hill ve Portobello Market Bölgesi’ne ayırdık. Bugünü özellikle seçmemizin nedeni, cumartesi günleri kurulan Porotbello Market’i görmekti. Nothing Hill’a hemen otelin yanındaki metro ile gittik. Böylelikle ulaşım konusundaki bir ödevimizi daha yerine getirmiş olduk. Bir Londra metrosu klasiği resmen her anonsta “Mind The Gap” diyorlar.

Nothing Hill aynı filmlerdeki gibi, her sosyal medya hesabınızın profil fotosu olmaya aday harika zeminler sunan, renkli kapılı evleri ile meşhur. O evleri takip ettiğinizde önce küçük, yerel, şirin butikler karşılıyor sizi. Sonra da yavaş yavaş markete giriyorsunuz. Yine bir ipucu gerçekten erken gidin. Abartmıyorum saat 10:00 gibi oralarda olduk, dönüşte saat 13:00 gibi adım atacak yer yoktu. Biz böylece rahat rahat gezip fotoğraf çekebildik.

Portobello Market için ise yorumum şu: Eğer ikinci el eşya seviyorsanız bayılırsınız, sevmiyorsanız bayılmazsınız. Gerçekten bu kadar çünkü yol bitene kadar gittik, ikinci el eşya, ara ara açık taze meyve, et, sebze satan tezgahlar ve bir kaç tane mağaza dışında pek bir şey bulamadık. Ben pek bayılmadım, nedeni benim ikinci el eşyalara çok ilgi duymamam olabilir. Nothing Hill Bölgesi ve Portobello bence Londra’ya ilk kez gidiyorsanız mutlaka görülmeye değer, yarım gününüzü alıyor.

Bu bölgeyi bitirdikten sonra metro ile Paddington Bölgesi’ne gittik. Burası alt sokağında Hyde Park olan ve Oxford Circus’a kadar uzanan geniş, mağazalarla dolu, kıpır kıpır bir alışveriş caddesi. Anlayacağınız uzun bir yol yürüdük yine. Yorgunluğumuzu bu sefer daha düzgün, kısmen daha lezzetli bir fish & chips ve buz gibi bir İngiliz birası ile dindirdik.

IMG_3925

Alışveriş konusunda global markalar olduğu gibi (Zara, H&M, Uniqlo, Other Stories) mutlaka uğramanız gereken lokal markalar da var: Çok katlı, bizim (maalesef) 4 saatimizi alan Primark, Selfridge ve TopShop gibi Primark için önerim: Mutlaka uğrayın, alacağınızı alın ama denemeyin, otelde deneyin ertesi gün değiştirebilirsiniz. Biz bu şekilde yaptık ve iadelerimizi de aldık. TopShop markası ise evet 4TL ile çarptığınızda pahalı gelecek ama Türkiye’ye gelmeyen çoğu ürün buralarda var. Markayı seviyorsanız vakit ayırabilirsiniz.

Oxford Circus biraz Times Square’i andırıyor: Renkli, ışıl ışıl, bol mağazalı 4 yoldan farklı dünyalara açılan bir meydan. Bir yol Piccadily bir yol Soho’ya bağlanıyor. Biz bunlara hiç sapmayarak bol bol fotoğraf çekerek 5 çayının keyfine varmak için meşhur Fortnum and Mason’a gittik. Tam bir İngiliz zerafeti; beyaz örtüler, gümüş çaydanlıklar, ışıl ışıl paketlerinde kekler, çikolatalar, caramel fudge’lar. Bu bohem yerde kendinizi kaybetmemek için zor tutacaksınız. Biz de havuçlu kek ve sütlü çayımız ile bu geleneği yerine getirdik.

IMG_3938

Yine topladığımız enerjiyi yakmak için Trafalgar Meydanı’na kadar mağazalara baka baka yürüdük ve otelimize geri döndük.

Aşık Ol

Sanırım benim en sevdiğim gün bugündü! Yağmurlu erken bir Londra sabahına uyandık, kahvaltıyı hızlıca Pret A Manger’da yaparak Buckingham Sarayı’na doğru nöbet değişim törenini izlemek üzere yola koyulduk. Trafalgar Merydanı’nı sağımızda bırakarak çok yeşil, tertemiz, ağaçlıklı ve Londra’da olduğunuz anlamanızı sağlayacak kadar düzgün bir yoldan yürüdük.

Buckingham Sarayı

Nöbet değişimi her gün saat 11:30 da başlıyor ama sizin gideceğiniz döneme özel bir durum olabilir mutlaka saatlerini kontrol etmekte fayda var. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, bir gün önce Kraliyet Ailesinin yeni üyesi Charlotte dünyaya gelmişti. Neyse biz yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra sarayın önüne geldik. Saatin 10:30 olmasına rağmen inanılmaz bir kalabalık vardı; fotoğraf çeken turistler, atlı polisler, turistlere bir şeyler satmaya çalışan satıcılar… Eğer bütün şovu rahatça görmek ve önlerden izlemek isterseniz kesinlikle en azından 30 dk. daha erken gelmeniz lazım. Biz burada biraz itişerek biraz da şansımızla en önden demir parmaklıklara sarılarak rahatlıkla izledik. Çok uzun sürmüyor, zaten ilk 15 dakikası askerlerin karşılıklı sözleri ile geçiyor. Sonra da önce klasik marşlar sonra da bilindik parçalarla bando eşliğinde izleyenlere ufak bir müzik ziyafeti veriliyor. 12:15 gibi her şey bitmişti. Yine yarım günü götüren bir etkinlik ama ben çok çok beğendim, bence izlemelisiniz.

Buckingham Sarayı’ndan sonra hemen arkasındaki yoldan ilerleyerek yine ağaçlarla, rengarenk bitkilerle ve adeta Bob Ross resimlerindeki gibi “şurada hüzünlü bir bank” yer alsınlarla dolu Green Park’ı yürüyerek Hyde Park’a bağlandık.

Hyde Park

“Allah’ım, neden bizim böyle düzgün, temiz, bozulmamış parklarımız bahçelerimiz yok.” diye beyaz Türklük yapacağım ama doğru! Şehrin göbeğindeki bu eşsiz yeşil alan davetkar bir şekilde bana göz kırptı ve ben sonraki 4 saatimi onunla geçirdim. Burası için özünde şu alanına gidin buraya gidin diye anlatabileceğim bir şey yok maalesef. Gönlünüzden ne geçiyorsa onu yapın, isterseniz çevresindeki kahvecilerden bir şeyler alıp piknik yapın, isterseniz sırtınızı kocaman bir ağaca dayayıp sonsuz huzurun tadını çıkartın isterseniz de benim gibi çıplak ayaklarınızla çimenlerde enerjinizi boşaltın. Biz hepsinden azar azar yaptık. Sadece yeşillik alanları değil göl kenarı da güzel, kahve ve restoranlar da var. Bu şekilde yemek yemek de bir opsiyon.

Karnı acıkan bizler, kadınlık hormonlarımızın da baskın gelmesi ile Hyde Park’ı arkamıza alarak hemen biraz daha üst gelir grubu markaların olduğu Brompton Cadde’sine doğru yola koyulduk. Harrods, Harvey Nichols gibi markaların yanı sıra Zuma, Buddha Bar gibi ünlü restoranları da bu bölgede görebilirsiniz.

Biz Harrods’ı adeta bir müze gibi hızlıca gezdik, söylememe gerek yok sanırım bol sıfırlı etiketler ve muhteşem tasarımlar her kata yayılmıştı. Peki burayı neden ziyaret edelim ki derseniz;

  1. Londra’nın kült bir AVM’si olduğu ve kapitalizm kör olsun ama London Eye kadar ikonik bir yer olduğu için
  2. En alt katında Lady Diana ve Dodi El Fayed anısına yapılmış, romantik bir anıt olduğu için
  3. En üst katında mutlaka görmeniz gereken bir hediyelik eşya bölümü olduğu için (sadece Harrods markalı ürünler değil, Londra’ya özgü ef-sa-ne mutfak lezzetleri de var) Ben kendime anı olarak Harrods markalı bütük teneke kutu içinde bol tereyağlı “sea salted caramel cookie” aldım.
  4. En alt katında lüks bir şarküteri bölümü bulunduğu için. Buradan dilerseniz kendinize lezzetli sushiler, sandviçler, pastalar alabilir ve Hyde Park’ta şık bir piknik yapabilirsiniz. Dilerseniz de bistrolarda yer alan özel menülerden kendinize bir ziyafet çekebilirsiniz.

IMG_3940

Harrods’tan sonraki durağımız İstanbul’da Kanyon Alışveriş Merkezi içinde de yer alan Harvey Nichols’u gezmek oldu. Kendisi sağ olsun bütçe bakımından Harrods’tan aşağı kalır değildi. Biz de daha önce giden arkadaşlarımızın tavsiyelerine uyarak hızlıca en üstte yer alan yemek katına çıktık.

Burası hem yemeğinizi aldığınız ve ayak üstü yediğiniz bistroların olduğu daha modern food court havasında bir bölümün olduğu hem de daha şık restoranların olduğu bir kat. Biz tercihimizi modern food courtlardan yana kullandık. Ben hayatımın en ama en ama en lezzetli “chicken kaju curry wrap” ini yedim. Abartma yok! Üstüne doymadık İngilizlerin geleneksel ‘pie’larından birini de yedik. Aslında bizde de yapılan içi et-tavuk ya da sebze ile dolgulu açma hamurlu börek diyebiliriz.

Bu nefes aldırmayan, bol karbonhidratlı moladan sonra yine yürüyerek (bu kadar yemeye ancak bu kadar yürüme olurdu zaten) yine alışveriş caddelerini, mağazalarını gezdik. Otele gidip aldıklarımızı bırakıp hızlıca üstümüzü değiştirerek yalancı pazartesi sendromunu atlatmak için listemizdeki son maddelerden biri olan bir ingiliz pub’ında bira içmeye gittik. Bunun için tercih ettğimiz bölge Soho oldu.

Gayet çılgın İngiliz gençliğine saygı ile bakarak kendimizce kalabalık ama oturabileceğimiz masaları da olan bir pub bulduk. Biralarımızı içip Londra’nın dedikodusunu yaparak gecemizi sonlandırdık.

Vedalaş

Son güne çok fazla bir şey bırakmamıştık. Adım başı gördüğüm ve artık İstanbul’daki Akasya Alışveriş Merkezi’nde de yer alan Whittard mağazasından çay alışverişimi yaptım.

Bir de Trafalgar Meydanı’nda yer alan National Museum’u gezdim ve havalimanına doğru yola çıkmadan önce de Itsu ismindeki zincir restoranlardan birinde sushi yiyerek Londra’ya veda ettim.

Big Ben London

Kısa kısa:

Londra’da yapılacaklar arasında genelde bir müzikal izleme, Madame Tussauds ziyareti ve M&Ms Store alışverişi yer alır. Ben bunların hepsini New York’ta yaptığım için burada vakit ayırmak istemedim. Ama siz dilerseniz yapabilirsiniz. Bu durumda sanırım bir yarım gün daha eklemeniz gerekir programa.

Hava benim şansıma sadece yarım gün yağmurluydu, onun dışında şemsiye hiç taşımadım diyebilirim. Darısı başınıza!

Daha Fazla